İşte herşey böyle başladı. Azmin zaferiydi o anlar.Trenin gara girişi sinema tarihinin ilk filmi yıl 1895 Lumiere kardeşlerin çektiği, tarihteki ilk halka açık film gösterimi olan bu filmin can alıcı noktası ise ilk gösteriminde izleyiciler 'Tren bizi ezecek!' diyerek kendilerini gösterimin yapıldığı kafeden dışarı atmışlar.
Amerika’da ve başka ülkelerde sinema üzerine araştırmalar ilerlerken, Fransa bu alanda öncü olarak ortaya çıkmaya hazırlanıyordu. XIX. Yüzyılın ikinci yarısı boyunca yoğunlaşan çalışmaların meydana getirdiği birikimi iyi kullanan Louis ve Auguste Lumiere kardeşler, “cinematographe” (sinematograf) adını verdikleri ilk sinema makinesini tamamladılar ve 13 Şubat 1895’te Fransa için patentini aldılar.
Babaları Antoine Lumiere resim öğretmenliği yaptıktan sonra, Lyon’da fotoğrafçılığa başlamış, çok geçmeden fotoğraf malzemesi üreterek, kısa sürede işini büyütmüştü. İki oğlu ve birkaç işçiyle birlikte çalıştığı fabrikası günde dört bin metre fotoğraf kağıdı üretebilecek duruma gelmişti. Ne var ki, baba Antoine’ın çocukları üretimle yetinmiyor, fotoğraf uygulamalarının bilimsel yönüne de ilgi duyuyor, hareketin fotoğrafını çekerek bir perdeye yansıtmanın düşünü kuruyorlardı. Baba Lumiere Paris’e yaptığı bir iş gezisi sırasında, bir kinetoskop alarak Lyon’a getirir. 6000 franka satın aldığı kinetoskop, Amerikalı Edison’un ürettiği tek kişilik bir sinemadır. Büyük bir kutunun içinde, bir lambanın ışığında oynayan 35 mm’lik kısa filmleri, seyirci kutunun üstündeki mercekli bir bakaçtan izler. Louis Lumier kinetoskoptaki görüntüyü, yüzlerce kez büyüterek bir perdeye yansıtabilmenin yolunu arar. Auguste Lumiere anılarında şöyle der:
Louis ve Auguste Lumiere
“Edison’ın kinetoskopu, bizi kalabalık bir salondaki seyircilere, hareket eden insanları, nesneleri bir perde üzerinde, gerçeğe uygun bir biçimde gösterebilme düşüncesine yöneltti. 1894 yılı sonuna doğru bir sabah kardeşimin odasına gittiğimde, bana rahatsızlandığı için gece uyuyamadığını ve düşündüklerimizi gerçekleştirebilecek bir düzenek tasarladığını söyledi. Görüntü içeren film, kenarlarına açılacak deliklere sırayla girecek tırnaklar aracılığıyla, dikiş makinesindeki yönteme benzer bir biçimde yukarıdan aşağıya doğru hareket ettirilecekti. Kardeşim bir gecede sinematografı bulmuştu.” 1
Fotoğraf malzemeleriyle ilgili uluslar arası bir teşebbüsün sahibi olan Antoine Lumiere, çalışma müdürü Carpentier’e Edison’un kinetoscopunu söktürdü. Bu durumda Lumiere süresi dolan patenti kaptı ve oğulları Auguste ve Louis’in adına da ‘Cinématographe Lumiere’ olarak bir patent aldı. Bu ilk sinematograf, hem alıcı hem de gösterici işlevi görüyordu. Alıcının çektiği görüntülerin basımı da sinematografın içinde gerçekleşiyordu. En önemlisi, görüntüleri gerçeğe en yakın bir biçimde perdeye yansıtabilmek için gerekli hız bulunmuştu. Lumiere Kardeşler’in ilk filmlerinde objektifin önünden saniyede 15 film görüntüsü geçiyordu. Oysa Edison dakikada 48 görüntülük bir hız uygulamıştı. Sessiz sinema 1920-1922 yılına kadar saniyede 16 görüntü, daha sonra saniyede 18 görüntü kullanacaktı. Sesli sinemaya geçildiğinde, sesin de film üzerine işlenebilmesi için bu sayı saniyede 24 görüntüye yükseltilecekti.2
Hem kamera, hem de baskı makinesi olarak kullanılabilen bu aygıtta, film şeridinin hareketini “tırnak itişli’ bir mekanizma sağlıyordu. Çok da hafif olun bu aygıtın adı Cinematograph’ dı. Elle kurulabildiğinden ver hafifliğinden ötürü her yere taşınabilen Cinematograph‘da merceğin arkasından saniyede 16 kare akıyordu: 16 kare bir yandan filmden tasarruf sağlıyor, bir yandan da projeksiyon. sırasında daha az gürültü çıkarıyordu. Edison, aygıtlarının elektrikle çalışmasında ısrar ederek bu alandaki üstünlüğü elinden kaçırmıştı. Louis Lumiere, titiz, ayrıntıların mükemmeliyetine düşkün bir insan olduğundan, gelişkin bir mühendislik ürünü olan kamerası 50 yıl sonra bile gayet iyi çalışıyordu.3
Lumiere’lerin fabrikası
Lumiere Kardeşler ilk kez 13 Şubat 1895’te sinematograf için buluş belgesi aldıktan sonra, 22 Mart 1895’te Paris’te Rue de Rennes’deki Socite d’Encouragement Pour l’Industrie Nationale’de (Ulusal Sanayi Destekleme Derneği) ilk kez sinematograf oynattılar ve Lyon’da ki Lumiere Fabrikasından İşçilerin Çıkışı adlı bir dakikadan biraz daha uzun süren filmi gösterdiler. Bu gösteriyi Nisan ayında Sorbonne’da, 12 Haziran’da Lyon’da Fotoğrafçılık Kongresinde, 10 Kasımda Brüksel’de Fotoğrafçılar Birliğinde, 16 Kasımda yine Sorbonne’da yapılan gösteriler izledi, 28 Aralık 1895’te ise halka açık ilk gösteri gerçekleştirildi. Baba Lumier bu gösteri için aralarında Robert Houdin Tiyatrosu’nun üstündeki bir fotoğraf stüdyosunun da bulunduğu çeşitli yerleri incelemiş, gösteriyi Grand Cafe alt katındaki, bir ara bilardo salonu olarak kullanılmış olan Salon des İndiens’de karar kılmıştı. Lumiere Kardeşler ilk gösteride on film oynattılar. Gösteri yaklaşık yarım saat sürdü. Program şöyle tanıtılıyordu: “Auguste ve Louis Lumiere icat ettikleri bu aygıt, belirli bir süre boyunca objektifin önünde gelişen hareketleri, birbirini izleyen bir dizi fotoğrafla saptar, sonra bunların görüntülerini bir salondaki perde üzerinde hareketli olarak gösterir”. İlk gösteride şu filmler yer aldı:
28 Aralık 1895’ teki ilk afiş ve gösterinin yapıldığı yerin bugunkü hali.
Lyon’daki Lumiere Fabrikası’nın İşçilerin Çıkışı, Bebeğin Kavgası, Tuileries Havuzu, Bir Trenin Gara Gelişi, Alay, Nalbant, Kağıt Oyunu, Ayrık Otları, Duvar, Deniz.4
Ücretli bu gösteriyi 35 kişi izledi. İlk programda 3 dakikadan fazla sürmeyen 10 film birden gösterilmişti. Özellikle, “Arrivee du Train en Gare de La Ciotat” (Trenin La Ciotat Garına Gelişi) filmi büyük ilgi görmüştü. Bu gösterilerde, üstlerine doğru gelen treni görünce izleyicilerin sandalyelerin altına saklanmaya çalıştıkları söylenir.5
Ercüment Ekrem Talu (1896–1897 sıralarında), İstanbul Galatasaray’daki Sponeck Birahanesi’nde yaşadığı benzer bir korkuyu şöyle dile getiriyor: “Avrupa’nın bir yerinde bir istasyon, bacasından fosur fosur kara dumanlar savrulan bir lokomotif, peşinde takılı vagonlar duruyor. Rıhtım üzerine telaşlı insanlar gidip geliyor. Ama ne gidiş-geliş! Hepsini sara nöbetine tutulmuş sanırsınız. Hareketler o kadar hızlı, ölçüsüz ve acayip ki... Tren kalktı, elbette ki sessiz sedasız. Aman Yarabbi! Üstümüze doğru geliyor! Zindan gibi salonun içinde kımıldamalar oldu. Trenin perdeden fırlayıp seyircilerin çiğnemesinden korkanlar, ihtiyaten yerlerini terk ettiler. Hani ya ben de korkmadım değil; lakin merak gelip beni iskemleye mıhladı. Bereket versin ki, tren çabuk geçti gitti!“6
Bu ve diğer Lumiere filmleri gibi o zamanı anlatımları, heyecan verici olayları tarif ederek değil, modern izleyicinin neredeyse hiç dikkate değer bulmayacağı önemsiz ayrıntılarla izleyicisini büyülüyordu. İlk film izleyicileri öykü anlatılmasını istemiyordu; onları büyüleyen şey, canlı ya da cansız nesnelerin hareketlerinin kaydedilip yeniden üretilmesiydi.7
Sinematografı kimseye satmasalar, bir geleceği olmadığına inansalar da, Lumiere Kardeşler beklemedikleri bir ilgi gören gösterilerini sürdürebilmek için, film üretmek gerektiğini anlarlar. Gerçekten de ilk gün yalnızca 35 kişi birer frank ödeyerek film izlemişti ama kısa süre de gösteriler kapalı gişe yapılmaya başlamıştı. Sabah 10’dan gece yarısına dek günde 20 gösteri yapılır olmuştu. Bu ilgi karşısında, göstericinin çıkardığı sesi bastırmak amacıyla salona bir de piyano yerleştirilmiş, gösteriler müzik eşliğinde yapılmaya başlanmıştı. Lumiere Kardeşler, yabancı ülkelerde yapılacak çekimlerin daha fazla ilgi çekeceğini düşünerek, dünyanın dört bir yanına operatörler gönderirler. Bu operatörlere, işlerinin sürekli olmayacağını, 6 ay, en fazla 1 yıl sürebileceğini söylerler. Promio, Mesguich, Doublier … ellerinde birer sinematograf, çekim yapmak için yabancı ülkelerin yolunu tutar. Bu arada Promio, 1896 yılı yazında İstanbul’a gelerek çekimler yapar. Haliç’in Panoraması, Boğaziçi Kıyılarının Panoraması, Türk Topçusu, Türk Piyadesinin Geçit Töreni adlı filmler çeker. Böylece değişik ülkelerin görüntü, anıt, gelenek ve kişilerinden oluşan önemli bir belgelik çıkar ortaya. İzleyenlerin, ancak okuyarak ya da giderek bilgi edinebilecekleri yöreleri, olayları beyaz perdede görmelerini sağlayan yepyeni bir iletişim imkanı doğar. İki yıl içinde, Lumiere’lerin ellerindeki film sayısı 1000’i bulur.
1896 yılında sinematograf ilkin Londra ve Brüksel’de, ardından Berlin ve Madrid’de, daha sonra da Sırbistan, Rusya, Romanya’da ve bu arada İstanbul’da seyirciyle buluşur. Lumiere’lerin operatörleri 14 Mayıs 1896’da Rus Çarı II. Nikola’nın Sen Petersburg’da yapılan tahta çıkış törenini filme alarak önemli bir belgesel gerçekleştirirler. Tahta çıkış töreninden iki gün sonra yapılan, yeni Çar’ın halkı selamlaması töreni sırasında bir tribün çöker. Büyük bir kargaşa olur. Bir kaç bin kişi ezilir, Lumiere Operatörleri bu olayları da çeker ama polis hemen filmlere el koyar. Böylece sinema, ilk kez sansürle tanışmış olur ve bu görüntüler halka ulaşamaz. Sinematograf, aynı yılın Nisan ayında da ilk kez Atlas Okyanusu’nu aşarak ABD’ye ulaşır. Lumiere’lerin operatörlerinden (Cezayirli) F. Mesguich, 1896 yılının Mayıs ayında New York’a gider. İlk 6 ayda 21 kişilik kameramancı grubu ülkeyi dolaşarak cinematagraphı vodvil salonlarında sergileyerek en büyük rakibi Edison’un kinetographını saf dışı bıraktı.8 29 Haziran 1896’da New York’ta Keith’s Theater adlı müzikholde Amerikan halkı sinematografla tanışır. Gösterilen her film alkışlarla karşılanır. Gösterinin sonunda seyirciler “Lumiere Brothers” diye tempo tutar. Amerika’nın hemen her kentinden çığ gibi istek gelmesi üzerine, yerli üreticiler telaşlanır. Yeni başkan seçilmiş olan William Mc Kinley’nin “Amerika Amerikalılarındır” ilkesini benimseyen içe dönük politikasının da etkisiyle, Lumiere operatörleri çok geçmeden ABD’de beklemedikleri engellemelerle karşılaşır. Sokakta çocukların kartopu oynamasını çekmekte olan Mesguich, izinsiz çekim yaptığı gerekçesiyle tutuklanır. ABD’ye yasadışı yollardan sokulduğu gerekçesiyle, gümrükçüler malzemeye el koyar. Yerli üreticiler gazetelere verdikleri ilanlarda sinematografi kötüler, Amerikan yapımı biograph’ın görüntülerinin, sinematograf görüntüleri gibi titreşmediğini öne sürerler. Üstelik “yerli malı” olduğunu vurgulayarak, milliyetçi duyguları harekete geçirmek isterler. Lumiere’lerin New York’taki temsilcisi Lafont, çareyi bir transatlantiğe atlayıp ülkesine dönmekte bulur. Lumiere’lerin Amerika serüveni böylece bir yıldan kısa bir süre içinde sona erer.
1900 yılında Paris’te düzenlenen sergide (Exposition Universelle) sinematografa da yer verildi. Katalog sergiyi, “Verimli buluşlarla, bilimde sağlanan gelişmelerle evrenin ekonomik düzeninde devrim yapan bir yüzyılın büyük sonuçlarının, olağanüstü bilançosunun bir dökümü” olarak tanıtıyordu. Lumiere’ler sergi alanında dev bir perdede gösteri yaptılar. Gösteriyi ilkin, Eyfel Kulesi’ne asılacak dev bir perdede, açık hava sineması olarak tasarlamışlardı. Ama rüzgarın perdeyi yırtma ihtimali karşısında, serginin Galeries des Machines bölümüne, 21 metre eninde, 18 metre boyunda bir perde kurdular ve bu perde üzerinde 70 mm eninde filmlerle gösteri yaptılar. Perde, her gün kaldırılıp suya yatırılıyor, bu işlem, perdenin iki tarafından da izlenebilen görüntünün daha ışıklı olmasını sağlıyordu. Ücretsiz olarak yapılan gösteriler altı ay boyunca sürdü ve salon tam 326 kez seyirciyle doldu.
Paris Sergisi’nin önemli bir yeniliği de “sesli sinema” oldu. Lumiere ilk gösterilerini yaptıkları Grand Cafe sahibi Clement Maurice, plak üretimi yapan Henri Lioret’le birlikte Phono-Cinema Theatre gösterileri yaptı. İzleyiciler dönemin Sarah Bernhardt, Coquelin, Felicia Mallet gibi ünlü oyuncularını perdede görüyor ve seslerini duyuyordu. Gösterim görevlisi, göstericinin kolunu çevirerek görüntüleri perdeye yansıtırken, salondaki gramofondan bir kabloyla kulağına iletilen seslerle görüntü arasında eşleme sağlamaya çalışıyordu. Gramofon-Sinema-Tiyatro gösterisi iki üç yıl süreyle Avrupa’nın birçok ülkesinde de ilgiyle izlendi.
1903 yılına gelindiğinde Lumiere sinematografı yeni şartlara ayak uyduramamıştı. Çünkü sinema artık, gülünç ya da acıklı bir öykü anlatan konulu filmlere yönelmiş, dekor ve oyuncu kullanmaya başlamıştı. Oysa Lumiere’ler ilkin kendi yaşadıkları ortamı, kendi ailelerinin yaşama biçimini filme almış, daha sonra da dünyanın değişik yörelerindeki yaşama biçimini, kimi kez de olayları belgelemekle yetinmişlerdi. Sinemanın seyirlik yönünü görmemişlerdi. Bir Trenin Gara Gelişi, Lumiere’lerin en başarılı filmlerinden birdir. 50 metre uzunluğundaki film, bacasından dumanlar tüttürerek gelen bir lokomotifin, Le Ciotat istasyonunda yavaşlayarak durmasını, tren durduktan sonra yolcuların vagonlardan inmesini gösterir. Çerçeveleme, seçilen açı, lokomotifin alıcının solundan geçip, yolcuların alıcının sağından inmeleri, günümüz yönetmenlerinin bile başka bir şey ekleyemeyecekleri kusursuzluktadır. Lumiere’lerin bir başka önemli filmi de L’Arroseur Arros (Kendini Sulayan Sulayıcı) adını taşır. Bir bahçıvanın bahçe suladığı bir hortuma, bir çocuk ayağıyla basınca su kesilir. Bahçıvan, ne olduğunu anlamak için arkasını döndüğünde çocuk ayağını çeker. Hortumdan püsküren su bahçıvanı ıslatır. Böylece sinema tarihinin ilk gülütü (gag = beklenmeyen gülünç durum) gerçekleşmiş olur. 1895’te çektikleri ve itfaiyecilerin garaj dan çıkışını, yangın yerine varışını, su sıkışını ve bir insanı kurtarışını gösteren dört ayrı film peş peşe oynatıldığında dramatik kurgunun ilk örneğini oluşturur. Bu arada Lumiere operatörleri Venedik’te gondoldan, İstanbul’da kayıktan yaptıkları çekimlerde, alıcının kaydırma hareketini de bulurlar.
Lumier Kardeşlerinin hatırasına bastırılan pullar ve para
Louis Lumiere anılarında, filmlerinin “yaşamı yansıtmak” amacı güttüğünü söyler. Lumiere için sinema yaşamın bir uzantısıdır, kalemin ya da kılıcın elin uzantısı olması gibi. Bu ne denledir ki, sinematograf ortaya çıkar çıkmaz, eline bir alıcı geçiren herkes kendi ailesini, sokaklardaki insanları, istasyona giren trenleri, kağıt oynayanları “ölümsüzleştirme” yarışına girmiştir. Ne var ki kısa sürede Lumiere’ lerde, kendi çevrelerinden başka bir yaşamın olduğunu dikkate alarak, operatörlerini uzak ülkelere göndermişler, buralardan getirdikleri görüntülerle belgesel sinemanın, kralları, kraliçeleri konu alan görüntüleriyle de haber filmciliğinin ilk örneklerini vermişlerdir. Ama sinemanın yeni bir seyirlik olduğunu düşünmemişlerdir.9
Louis Lumiere, 1904 yılında Autochrome geliştirme sürecinde, renkli fotoğraf üzerinde araştırmalar yaptı. Autochrome o zaman renkli görüntüler üreten en iyi yolu olarak tanındı ve önümüzdeki 30 yıl için renkli fotoğraf tercihi anlamına gelir oldu. Daha sonraki yıllarda, Louis 1920 yılında nesneleri ölçme ve 1935 yılında kabartma sinematografi teknikleri icat için bir fotoğraf yöntem geliştirerek görsel üretime olan ilgisi devam etti. Auguste Lumiere, tüberküloz, kanser ve farmakoloji gibi tıp konuları araştıran bir hastanede radyoloji departmanı müdürü olarak 1914 yılında tıp mesleğine katıldı. 1928 yılında ise Hayat, Hastalık ve Ölüm adlı bir tıp kitabı yayınlandı.
Lumiere kardeşlerin her biri çok sayıda teknolojik ve bilimsel başarıları için kabul edildi. Auguste Lumiere Onur Lejyonu üyesi, Louis Lumiere ise Fransız Bilimler Akademisi’ne seçildi. Louis Lumiere 83 yaşındayken, 6 Haziran 1948 tarihinde Fransa’da öldü. Ağabeyi ise 91 yaşına kadar yaşamış ve 10 Nisan 1954 tarihinde Lyon’da ölmüştür. Lumiere kardeşler fotoğraf ve sinemada teknolojik yaratıcılık ve büyüme çağında sembolleri olarak kabul edilmektedir.10
Lumiere’lerin filmlerinin çoğu günümüze kadar gelmiştir. İlk filmleri izlemek, dönemi ve o zamanki hayatını da bizlere göstermektedir. Sinema tarihi derslerimizde bu filmleri izlerken o dönemleri yaşıyor ve sinema tarihininin ilk zamanlarını adeta yeniden yaşıyoruz.